7 Kasım 2016 Pazartesi

Fargo Sezon 1 & 2


Fargo ile ilgili bir yazıya "Coen kardeşlerin başyapıtı bla bla bla..." diye başlamamak mümkün değil. Açıkçası Fargo bağımsız amerikan sinema tarihinde o kadar özellikli bir konuma sahip ki, sadece kendisinin güzelliği bir yana, dünya sineması adına da önemli bir film. Kara komedinin uçlarında gezinen bu film, aslında Coen'lerin en iyi filmi değil. (O sıfat Barton Fink'e ait.) Ama içerdiği kara komedi dozu sayesinde Coen'lerin senaristlik konusunda zirve yaptığı eserlerden biri. Hal böyle olunca izleyiciyi aşırı zorlamadan bembeyaz bir kabusun içerisine sürüklerken, 90'lı yılların en hatırlanan işlerinden birine dönüşüyordu. Bağımsız sinemanın da "mainstream" olabileceğini göstermesi ile birlikte 90'ların ortasını tam bir "güzel amerikan filmi cenneti"ne dönüştürdü. Düşününce 90'lar amerikan sineması adına en güzel yıllardı muhtemelen, Coen'ler ise net bir şekilde bu sinemanın zirvesinde oturuyordu.

Fargo'nun dizisini izlemek için çok geç kaldığımın farkındayım. Uzun bir süre film olan Fargo'nun mirasından yiyen hayırsız bir yeğen olarak hayal ettim onu. Çevremdekilerin yorumları, IMDB notu, acayip derecede iyi oyuncuların oynadığını görmem falan bile beni cezbetmedi. Belli ki gıcık olmuştum, Fargo'nun dizisi yapılmamalıydı. Neticede yumuşamamı sağlayan da Coen'lerin yakın arkadaşı ve Sam Raimi'nin benzer bir temaya sahip filmi "A Simple Plan"ın başrolünde oynayan Billy Bob Thornton'ı görmek istediğimi fark etmem oldu. (Billy Bob Thornton hayranlığım aslında Coen'lerin en iyilerinden biri olan "The Man Who Wasn't There" ile zirve yapmıştır.) Fargo'dan en azından birkaç bölüm izleyip devam edip etmeme kararı aldım.

Gördüğünüz üzere 2 sezonu da bitirmiş durumdayım, bu da demektir ki önyargımla ilgili pişmanlık duyuyorum. Bu yazı o nedenle çok geç yazılmış bir yazıdır. Coen'lerin de James Cameron'la birlikte dizinin executive producer'ları arasında olduğunun da altını çizmek isterim.



Sezon 1

Lester Nygaard (Martin Freeman)'ın hikayesi ilk bakışta çok sıradan bir Coen hikayesini andırıyor. Sadece ilk bölümler Coen'lerin derinlikli kara komedisinden yoksun. Daha çok karikatürize bir şekilde bunu yapıyor. Ama ana kötü karakterimizin yine Coen'lerin "No Country For Old Men" filminden fırlamış düzeyde psikopatik olması sayesinde diziye hızla ısınıyoruz. Thornton'ın canlandırdığı Lorne Malvo karakteri, tam olarak kötü bir karakterden beklediğim ayrıntıları içeriyor. Öncelikle gerçekten kötü. Kötü olmak için kötü bile diyebiliriz. İstemeden iyilik yaparken bile kötülük yapıyor hatta. Nygaard'ın içindeki ezik adamı görüp, onun vahşi yönünü ortaya çıkarmaktan aldığı keyif onu gerçek bir insana dönüştürüyor. Ona yardım edenlere ufak şakalar yapıyor, aklını kaçırtmaya çalıştığı süpermarket zinciri sahibine metilfenidat veriyor ve ortalığı çekirgelerle bile kaplıyor. Acımasız bir adam Malvo, ama aynı zamanda ileri derecede zeki. Çünkü işini şiddetle halledemediği zaman, çok da incelikli davranmayı başarıyor. Nezarethaneye düşen ve sonra Rahip olduğuna insanları ikna edebilen bir seri katilden bahsediyoruz. Nygaard'ın "erk"ine kavuşma hikayesi de oldukça keyifli elbette. Hayatındaki anlamsız insanları tek tek ortadan kaldırırken, yavaşça narsisistik bir yaratığa dönüşmesi, hatta sonunda hızını alamayıp hayatını berbat etmesi çok güzel. Hele ölümünün Narcissus gibi bir göle düşerek boğulması sonucu olduğunu düşününce. Bu sezonun bence en keyifli olayı Allison Tolman'ı sektöre kazandırması oldu. Kendisi rolünü o kadar zeka dolu bir şekilde oynuyor ki, Frances McDormand'ın Fargo'daki aşılamaz Marge Gunderson rolüne benzetilmekten kurtuluyor. McDormand oscarlık performansı sırasında gebe bir polis memurunu canlandırıyor ve aklımızı alıyordu. Tolman ise sezonun sonunda gerçekten gebe kalarak, hem Fargo'ya selam çakıyor, hem de sezonun belki de tek düzgün mutlu sonunu bize veriyordu. Onun olduğu her sahneyi hayranlıkla izledim. Sezon sonunda biraz fazla uzatılmış hissi vermiyor değil, sonuçta hikayenin bittiği noktada tekrar başlatmayı seçmiş Noah Hawley. Planının da zaten pek çok sezon boyunca pek çok farklı zaman diliminde Kuzey Dakota ve çevresindeki suç dünyasını anlatan dev bir anlatı yaratmak olduğunu söylüyor. Bu da bizi bağlantılı olan 2. sezona götürüyor.


Sezon 2

İlk sezonun aldığı güzel eleştiriler sonrası Hawley muhtemelen sezonlar boyu sürecek yeşil ışığı görmüştü. Bu noktada oyuncu kadrosunu kesinlikle üst düzey tutmaya kararlı bir biçimde Kirsten Dunst, Patrick Wilson ve Jesse Plemons'u Fargo dünyasına kattı. Bu sezon hakkında denebilecek o kadar çok şey var ki... Açılış bölümünün kafa karıştırıcı yapısına rağmen, 70'ler çekim kalitesi ve sanat yönetimi açısından böyle başarılı pek az yeni eser gördüm. İlk sezon ne kadar Fargo ve No Country For Old Men göndermeleriyle doluysa, bu sezon o kadar Miller's Crossing, The Man Who Wasn't There ve hatta Blood Simple göndermeleriyle dolu. 70'lerin sonunda geçen bir mafya, cinayet, polisiye hikayesinin içerisinde UFO'ları bekler misiniz? Söz konusu Fargo olunca evet. Kirsten Dunst'ın ödül yağmuruna tutulması ise şaşırtıcı değil, kendisi psikoz sınırındaki histerik karakterini canlandırırken senaryoda sadece kendi repliklerini okuduğunu itiraf ediyor. Bu sayede tıpkı Peggy Blumquist gibi inkar mekanizmasını otomatik olarak kullanabiliyor. Karakter sayısında abartılı bir artış söz konusu ve dizi suç değirmenini 3 katman üzerinde kurmaya başlıyor. Sıradan insanlar (Ed ve Peggy), yerel mafya (Gerhardtlar) ve Eyalet mafyası (Mike Milligan ve Kitchen Kardeşler). Bu üç katmanı çözmeye çalışan polislerin de katmanları var ama bunlar bu kadar önemli değil. Tabi kasabanın masum halkı var, ki onlar genelde arka planda helak olmakla meşguller. Noah Hawley senaryo yazımı konusunda epey büyük bir iş başarıyor ve bu kadar karmaşık bir hikayeyi önce kördüğüm yapıp, sonra yavaşça çözüyor. Çözüm geldiğinde ise her şey yerli yerine oturmamış olsa da, beklediğinizden çok daha derli toplu bir final karşınızda duruyor. Baccano diye bir anime vardır, çok fazla bilinmez ama benzersizdir. Fargo'nun ikinci sezonu ile Baccano'yu benzetiyorum. İkisi de izleyiciyi karmaşaya düşürmekten, biraz yormaktan çekinmeden hikayelerini özgürce anlatıyorlar. Karakterlerini derinlikli bir şekilde yaratıyorlar ki her adımda biraz daha kendimizi kaptıralım. Mesela Polis memuru Lou Solverson ile kanserli karısı Betsy'nin hepimizi hafifçe yoran ve hüzünlendiren ilişkisine ikna olmayan var mı? Ya da Betsy'nin babası Hank'in yavaşça ölmekte olan kızına destek olmaya çabalamasından etkilenmeyen? Peggy ve Ed gibi kaçık iki karakterle özdeşim kurup, bir noktada kendini onlarla beraber çıldırır halde bulmayan? İlk sezonki kötü karakterimizden çok daha karmaşık ve çok boyutlu Kızılderili kötü karaktere az da olsa hak vermeyen? Aile üyelerini tek tek kaybeden mafya annesinin trajedisine üzülmeyen? Öte yandan en büyük hayali sıkışıp kaldığı ev kadını rolünden kurtulmak olan Peggy ve kasap dükkanını satın alarak domuz yavrusu gibi çocuklara sahip olmayı hayal eden Ed ise bambaşka sosyolojik bir incelemenin konusu olabilir.
Böyle garip bir sezondu 2. sezon. Bu şekilde ilk sezonun bir adım önüne geçmeyi başarıyordu. Burada Hawley bariz bir zirveye ulaştığı için 3. sezon hakkında endişelenmemek zor.

İlk sezonun 2009 civarı, ikinci sezonun 1979'ta geçtiğini ve 3. sezonun 2013'te geçeceğini hatırlatmak isterim. Bu sayede belki tatlılar tatlısı Molly'yi de görme şansımız olur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder