16 Ekim 2016 Pazar

Filmekimi Günlükleri 3 - Ahgassi / The Handmaiden (2016)



Chan-Wook Park, uzun yıllardır Hollywood'a alternatif olmayı başarmış Güney Kore sinemasının en popüler isimlerinden biri. Bir önceki filmi Stoker ile kısa bir süre Hollywood'a transfer olmuş, kariyeri açısından ortalama, Hollywood standartlarına göre ise iyi bir iş çıkarmıştı. Ama kendi sinemasının ekstrem yönlerini törpülemek zorunda bırakıldığı, filmdeki şiddet ve kan dozunun zorlama bir şekilde azalmış olmasından anlaşılıyordu. Tekrar Kore'ye (aslında bir anlamda Japonya'ya) dönmüş olması hayranlarını tekrar heyecanlandırdı bu yüzden. Park, bundan 10 yıl önce bir film yaptığında çok daha büyük bir heyecana neden oluyordu aslında. Cannes'da Altın Palmiye için yarışan filmler arasında The Handmaiden'ı görmek bu nedenle şaşırttı. Yönetmenin tekrar formuna geri döneceğine dair büyük bir sinyaldi. Üstelik 1930'larda Japonya'nın Kore işgali döneminde geçen bir kostümlü drama/gerilim çekeceğini duymak ayrıca şaşırtıcıydı.

Sarah Waters'ın "Fingersmith" romanının bir uyarlaması olan film, zengin bir Japon leydisinin hizmetçisi olarak malikanesinde yaşamaya başlayan bir Koreli kızı anlatıyor. En azından filmin üç bölümünden biri böyleymiş gibi başlıyor. Ama aslında hizmetçi kızımız Sue'nun, bir sahtekar olan Kont Fujiwara'nın yardımı ile bu işi almasının sebebinin leydi Hideko'nun mirasını alıp onu tımarhaneye kapattırmak olduğunu kısa sürede öğreniyoruz. Sonrasında film 2 saat 40 dakikasına rağmen sürükleyici bir şekilde akmaya başlıyor. Filmin ilk bölümü dediğim gibi, daha çok bir kumpasın adım adım ilerleyişi ile geçiyor. Ama hizmetçi Sue gibi bizim de beklemediğimiz gelişme ile, iki kızın birbirine aşık olması sayesinde hikaye oldukça değişik bir ton kazanıyor. Bir asil kılığında gelen sahne kont Fujiwara'ya aşık olması için leydiyi etkilemesi gerekirken, Sue oldukça erotizm kokan sahneler eşliğinde kendini ikilem içinde bulmaya başlıyor. Filmin 1 saat civarı süren ilk kısmı bir lezbiyen aşk filmi şeklinde sona ererken, sonunda büyük bir sürpriz ile Park hala eski formunda olduğunu ispatlıyor. İkinci bölümde bildiğimiz hiçbir şeyin gerçek olmadığını öğrenip, hikayeyi başka açılardan izlemeye başlarken, leydi Hideko'nun geçmişini ve sadist amcası ile olan ilişkisini öğrenmeye başlıyoruz. Ama Park bir kere daha bildiklerimi tersyüz ederek filmi 3. kez ama bu sefer gerçekten olması gerektiği gibi bize gösteriyor. Artık Park'ın yapmayı en iyi becerdiği mevzuya, intikam hikayelerine dönüş yapıyoruz.

Filmin senaryosu olabildiğince kitsch olmasına rağmen, karşı konulmak bir çekiciliği mevcut. Özellikle garip ve karanlık 2. bölümde biraz ağırlaşmasına rağmen, uzun süresi boyunca sizi defalarca kere çarpıyor. Kostümler ve sanat yönetimi bir dönem filminde gördüğüm en başarılardan biri. Filmin büyük bir bölümünün geçtiği dev malikane ayrıntılarla dolu acayip bir yer. Bir şekilde olay örgüsünün iniş ve çıkışları absürd düzeyde ilerlese bile, filmin genel atmosferi sizi ikna etmeyi ve olan bitene inandırmayı başarıyor. Finale doğru şiddetin dozu tam da Park filmlerinden beklendiği düzeye ulaştığında filmden memnun ayrılacağınızı biliyorsunuz.


Dahası filmin ciddi bir kadın filmi olduğunu kabul etmek gerek. Bir erkek yönetmenin iki kadının aşkına bu derecede yakın ve samimi bir bakış getirdiğini Blue Is The Warmest Colour'dan beri görmemiştim. Hatta filmdeki seks sahnelerinin bahsi geçen diğer filmden çok daha etkileyici ve estetik olduğunu eklemeliyim. Blue Is The Warmest Colour'daki seks sahneleri, lezbiyen cinselliği ile ilgili klişeleri yıkacak düzeyde sert ve tutku doluydu, ama bu filmdekiler sizi gerçek bir aşka tanık olduğunuzu düşündürecek kadar etkiliyor. Park bir erkek olarak filmdeki 2 ana erkek karakterin, kadın cinselliği ile ilgili kabul ettiği mitleri alaya alıyor. (Kadınlar tecavüzden zevk alır, kadınları sekse zorlamak gerek, kadın erkeği tatmin etmek için seks yapar vb...) Bu açıdan filmin feminist bir mesaj verdiğini görmek zor değil. Park'ın filmini temellendirdiği politik mesaj, 1930'larda geçen bir lezbiyen aşk hikayesi için çok başarılı. Geçen yılın en iyi filmlerinden biri olduğunu düşündüğüm Carol'daki çiftin aşkları bile bu kadar beni gaza getirmemişti.

Park kesinlikle oyuna geri döndü, hem de kitsch ve absürd de olsa, oldukça kendine has bir film ile. Bu filmin başyapıt olduğunu söylemek abartı olur, sonuçta filmin karikatürize ve ciddiye alamayacağınız yanları yer yer göze batıyor. Senaryo da her an olması gerektiği kadar akıcı değil. Ama uzun yılların en güzel erotik lezbiyen gerilim draması karşımızdaki. Bilmiyorum bunlardan kaç yılda bir bulabiliyoruz. (8/10)

2 yorum:

  1. Film benim için bir başyapıt. Daha önce hiç bu kadar iyi çekilmiş sevişme sahneleri izlemedim. Bazı yerlerde izleyiciye verdiği duygu ağzımı açık bıraktı. Bir erkek olarak sevişmenin nasıl olması gerektiğini sorgulamama sebep oldu . biz erkekler olarak sürekli skor peşinde olduğumuz için anın tadını çıkarmak konusunda mistik yeteneklere sahip değiliz sanırım. Filmde de bunu görüyoruz. Penis boyutunun büyük olması, kadınların tecavüzden hoşlanması gibi toplumda yer etmiş saçma tabuları izleyicinin kafasından yıkıyor.spoiler Filmdeki intihar sahnesi bence en güzel sahnelerden biriydi ve aşkın kabulleniş ve itiraf anı orasıydı. Harika filmdi insanın lezbiyen olası geliyor diye bir şaka yapıcaktım fakat gerek yok şükür ki erkeğiz kimi kadınların o büyüleyici etkileyiciliklerine şaşırıp hayran oluyoruz. Ahmet kara

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İyi gelmişdin, ama sonlarda abazalaştın. Kadınlara özel bir büyüleyicilik yok. O sadece senin biyolojinin etkisi. Aslında olay sende bitiyor, karşıda değil. Kadın seni büyülemiyor, sen büyüleniyorsun.

      Sil