29 Eylül 2016 Perşembe

Bir Güvercin Flörtleşme Simülasyonundan Fazlası: Hatoful Boyfriend


Başlığı okuyanların ufak bir şaşkınlık yaşadığını tahmin ediyorum. Bu yazıyı da neredeyse kimse tarafından okunmayacağını varsayarak yazıyorum zaten. Hatoful Boyfriend Japonya sınırlarından çıkıp gelen, visual novel türü oyunların en ilginç örneklerinden biri. Visual novel ne diyecek olursanız, bunlar bilgisayar oyunu ama aynı zamanda roman. Eskiden okuduğumuz ve seçtiğimiz seçeneklere bağlı olarak sonu değişen (53. sayfaya git.) romanların gelişen teknoloji ile birlikte aldığı yeni şekil. Japonya bu türün en popüler olduğu yer. Visual novel'lar genelde manga yazarları tarafından kaleme alınıyor ve çizimleri de çoğu zaman klasik anime çizimleri şeklinde oluyor. Bu konuda ayrı bir dosya yazmayı düşünmekle beraber şunu soracak olanlara cevabımı baştan vereyim: "Madem kitap okuyacağız, neden oyun oynuyoruz?" Bunlar düz metinler değil, görsel olarak ve yer yer sadece bir bilgisayar oyununda görebileceğimiz efektlerle desteklenen, bir kitap okumaktan ziyade bir filmde oynamak ve filmin gidişatını değiştirmek gibi bir hissiyat var.

Neyse, gelelim bizim yazımızın konusu olan Hatoful Boyfriend'e. Bu noktada yazacağım hiçbir şeyden sorumlu değilim sanırım. Bu oyun neredeyse kulağa şaka gibi gelen bir fikir ile yol alıyor. Gelecekte, kuşların evrimleşip insanlar kadar zeki olduğu, hatta bir şekilde insanları geçerek alfa tür olmayı başardıkları bir dünyada, en zeki kuşların (genelde güvercinlerin) okuduğu bir okulun tek insan öğrencisi olarak okula başlıyoruz. Evet, kuşlarla dolu bir okuldaki tek insan biziz ve onlarla beraber yaşıyoruz. Hikaye de tam olarak bu okulda geçirdiğiniz 3 dönem üzerine kurulu. Klasik olarak önce okula başlayıp, tek tek karakterleri tanımaya başlıyoruz. Oyunun en güçlü olduğu konu, karakterizasyonun başarısı burada kendini gösteriyor. Oyunun başında dilersek, karakterlerin anime çizimi olarak insan versiyonunu da görebiliyoruz. Oyun bunu muhtemelen ileride gelecek romantik ilişkileri kafamızda daha iyi kurabilmemiz için yapıyor. Açıkçası ben karakterlerin kuş versiyonları ile hiç problem yaşamadım. Sanırım kuşları da insanlar kadar sempatik bulabiliyorum. Ve oyundaki kuşlar, gerçek kuşlar. (Fotoğrafları incelerseniz demek istediğimi anlarsınız.)

En yakın arkadaşınız Ryouta ile tanışın. Evet, bildiğiniz güvercin.
Oyun yaptığınız kritik seçimlere bağlı olarak bambaşka bir karakterle yakınlaşmanızı ve başka bir hikaye yaşamanıza izin veriyor. Yani ana karakterler -ki sayıları 7-8 civarı- kendi hikayelerine sahip ve siz hangisine yakın olmak isterseniz başka bir oyun deneyimi yaşıyorsunuz. Bu da oyunun tekrar oynanabilirlik seviyesini oldukça yükseltiyor. Burada hikayelerin başarısına dikkat çekmeliyim. Kütüphaneden dışarı çıkmayan sessiz bir kuş ile arkadaşlık kurmaya başladığımızda kendimizi bir hayalet öyküsü içerisinde bulurken, okulun popüler ve serseri güvercini ile yakınlaşırsak dedektiflik hikayesinin içerisine giriyoruz. Okulun doktoru, çılgın bilim adamı diyebileceğimiz karakterin hikayesi ise neredeyse bir korku filmi izlemek gibi. Sürprizi bozmamak adına çok fazla içeriği açmayacağım ama oyun aşırı tatlı ve absürd derecede şeker görüntüsünün altında sizi zorlayacak pek çok numara saklıyor.

Steam bana oyunu 7 saat boyunca oynadığımı söylüyor. Açıkçası bunun 3-4 saati, oyunun gizli sonunu açtıktan sonra oynandı. Oyundaki ana karakterlerin sonlarını açtığınızda ve sonra tekrar oyuna girdiğinizde size başka ve alternatif bir oyun sunuyor Hatoful Boyfriend. Eğer bunu oynamayı seçerseniz, genel olarak hikayenin çok daha dışında, ağır bir korku ve bilimkurgu hikayesinin içerisinde buluyorsunuz. Emek harcayan oyuncular için, kuşların neden zeki olduğu, insanların nasıl yenildiği, bu okulun ne amaçla kullanıldığı gibi pek çok sorunun cevabı bir cinayet öyküsü ile birlikte soap operaya varan düzeyde cevaplanıyor. Oyunun bu kısmını oynamamış biri, gerçekten oyunu oynamamış sayılır çünkü gerçekten dudak uçaklatan ve bazen bokunu çıkaran bir hikaye yazımı söz konusu.



Oyunun sanırım en şok edici yanı, gerçekten sizi güvercinlerle dolu bir dünyaya bırakırken, bunu çok doğal, adeta nefes alırcasına rahat bir şekilde yapması. Oyunun derinlere gizlenmiş mesajı da bu sanırım. Hoşgörü. İnsanların birbiri ile olan itiş kakışmasını, bambaşka bir tür ile uyumlu bir şekilde yaşamanın önemi üzerinden anlatırken, mantık hataları gibi gelen ayrıntılar (kuşlarla aynı yemekhanede, onların yemeklerinden yiyoruz ya da beraber koşu yarışı yapıyoruz.) benimsediğimizi ve bir kuş ile insan olmak arasındaki ayrımın ortadan kalktığını görüyoruz. Bu cümledeki absürdlüğün farkındayım, ama gerçek bu. Kulağa şaka gibi gelen bu oyun, yeterince oynarsanız, kuşlara bakış açınızı değiştirebilir. Şahsen ben gördüğüm güvercinleri eskisinden ayrıntılı inceliyorum. (Bazılarınızın çipetpet dediğini duyar gibiyim.)

Steam'de indirimde yakalarsanız alın, aksi takdirde fiyatı bir pahalı. Visual novel ya da manga sevmeyen birinin ne kadar hoşun gider emin değilim ama pek çok derginin (jayisgames.com dahil) yılın oyunu ödülünü kendisine verdiğini de hatırlatmak isterim.

28 Eylül 2016 Çarşamba

Filmekimi 2016 (7-16 Ekim) Film Önerilerim

Filmekimi her sene, bir kısmını bir daha asla göremeyeceğimiz, bir kısmı ise gösterime girecek güzel film ile karşımıza çıkıyor. Ama bu yılkı film seçkisini takdir etmemek mümkün değil. Aşağıdaki filmlerin hepsine daha sonra ulaşmak mümkün olacak, hatta festivaldeki tüm filmler öyle ya da böyle gösterime girecektir. Cannes'da Altın Palmiye için yarışan bütün filmler burada. O da yetmiyormuş gibi Mallick gibi büyük ustaların daha yarışmamış filmlerini bile seçkiye almayı başarmışlar. Neredeyse uzun yılların gördüğü en "best of" seçki duruyor karşımızda. 5 film seçerken biraz kişisel davrandım, ama bu listeye giremeyen bunun 2 katı kadar daha filmde aklım kaldı.

Lale Kartlılar için bilet satışı bugün başladı, lale kartı olmayanlar 1 Ekim sabahını bekleyecek.

1- Toni Erdmann / Maren Ade



Altın palmiyeyi bir kadın yönetmenin almasını istiyordum. Bütün eleştirmenler de benzer bir istek içerisindeydi muhtemelen çünkü bu sıradışı film neredeyse tüm eleştirmenlerden tam not aldı. Bir süre Altın palmiyenin sahibi olacak gibi de duruyordu. Ama juri oldukça tartışılan ve sürpriz sonuçları ile bu ihtimali ortadan kaldırdı. Yine de FIPRESCI ödülünü almadan geçmedi tabiki. Karmaşık ve yoğun duygular açığa çıkardığı söylenen film, bir baba ile kızın yakınlaşma öyküsünü anlatıyor. Görüntülerden oldukça fantastik bir şeyle karşılaşacağımızı hissediyorum. Fısıltı gazetesi iyi çalışıyorsa bu filme yer bulmak zor olacaktır.

2- The Salesman / Asghar Farhadi



A Seperation ile son 10 yılın en iyi filmlerinden birini çeken, Fransa'da çektiği The Past ile de bizi etkileyen usta senaryo yazarı ve bir o kadar usta yönetmen Farhadi'nin İran'a dönerek çektiği yeni film. Bu bile koşa koşa bilet almak için yeterli bir sebep iken, Cannes'da en iyi erkek oyuncu ve senaryoyu almış olması ile daha da bir merak uyandırıyor. Yönetmenin sinemasını bilenlerin değişik ahlaksal ikilemlere düşeceğimizi, sonunu merakla bekleyeceğimiz bir dedektiflik öyküsü gibi ilerleyeceğini tahmin ediyordur. Ülkemizde de büyük bir kitlesi olan Farhadi'nin filmi festivalin en hit filmlerinden biri olacaktır.

3- Graduation /  Christian Mungiu



İlk filmi "4 Months, 3 Weeks, 2 Days" ile sinema tarihine adını yazdıran Mungui, kısacık kariyerinde usta yönetmenlerle anılmayı hakedecek seviyeye ulaştı. Bu filmi ile Cannes'da en iyi yönetmeni paylaştı. İnanılmaz yetenekli bir insan olması ve filmini seçtiği sıradan konuları, adeta kabussal bir atmosfer içerisinde anlatabilme becerisi çekeceği hangi bir filmin otomatik olarak ilgi çekici hale gelmesini sağlıyor. Bir babanın kızının bursunu kaybetmemesi için sınavda hile yapmasını anlatan film bol bol gergin bir havaya sahip görünüyor.

4- The Handmaiden / Chan Wook Park



Kore sinemasının kilometre taşı yönetmenlerinden biri olan Park, en son Hollywood'a transfer olarak güzel ama önemsiz bir film olan Stoker'a imza atmıştı. Eski festivallerin favorisi olan yönetmen tekrar alışık olduğu sulara geri dönüyor ve Japon işgali sırasında Kore'yi entrikalarla dolu bir hikaye üzerinden anlatıyor. Sanat yönetimi mükemmel gözüküyor ve Park'ın sonunda iyi bir filmle dönüş yaptığına dair eleştiriler dönüyor internette.

5- Julieta / Pedro Almodovar



Bu film yerine başka bir sürü film seçilebilirdi. Jarmush'un ya da Mallick'in filmlerinin de festivalde olduğunu hatırlatayım. Hatta Dardenne kardeşler bile bu seneyi ihmal etmemişler. Ama 20. filmi ile buram buram Almodovar kokan bir filmle karşımızda olan büyük yönetmeni es geçmek istemedim. Kısa süre sonra Başka Sinema ile gösterime gireceğini bildiğimden bu filmi atlamak isteyenleri anlayabilirim. Ama sanırım yukarıdaki diğer filmlerin de gösterime girme tarihleri çok ileri tarihler değildir. Bu sımsıcacık dramı izlemek isteyen Almodovar hayranlarını, yönetmenin uzun süredir çektiği en iyi film olarak anıldığı konusunda uyarmak istedim.

Bunlar dışında da tonlarla iyi film var. Terrance Mallick'in Voyage Of Time'ı, Altın Palmiye'li Ken Loach'un I, Daniel Blake'i, Jim Jarmush'un pek beğenilen Paterson'ı, Denis Villeneuve'nün hollywood kokan duygusal bilimkurgusu Arrival'ı, daha önce şurada incelediğim Hong-Jin Na'nın The Wailing'i de listenizdeki yerini hak ediyor.

26 Eylül 2016 Pazartesi

Refn'in Neon Fetişizmi: The Neon Demon (2016)


Nicolas Winding Refn, bir şekilde kendi adını bir marka haline getirmeyi başarmış. Pek çok filmde yönetmenin bu kadar ön plana çıktığını göremiyoruz. Ama Refn, fazla kendine özgü bir adam olması ile RFN imzasını filmin açılış jeneriğine bile yapıştırmış. Film zaten tam Refn'in sinemasına özgü açılıyor. 80'lerden fırlamış gibi duran elektronik müzik, rengarenk neon lambalar, havaya saçılan simler... Sonrasında ise karşımızda inanılmaz derecede taş bebek görünümlü ana karakterimiz, boğazında kanlar içinde uzanıyor. Evet, tam olarak filmin özeti gibi bir açılış yapıyor.

Film ilk bakışta Jesse ismindeki genç bir kızın Los Angeles model dünyasında kendine bir yer edinme çabalarını anlatıyor gibi gözüküyor. Ama Refn, yine hikaye anlatmak gibi bir çaba içerisinde değil. Bir önceki filmi "Only God Forgives"'te yaptığı yüzeysel hikayeyi, inanılmaz bir görsel takıntı ile anlatma olayına girişiyor. Ama bu sefer o kadar deneysel sularda da yüzemiyor, zira o filmin seveni olsa da, Cannes'da gösterime girdiğinde bir yuhalanmadığı kalmıştı. Gelen tepkilerin şiddeti daha çok filmin fetişistik tonunun zorlayıcı olmasından ve hikayesini inanılmaz yüzeysel bir hale getirmesinden kaynaklanıyordu. "Drive" gibi başyapıt diyebileceğimiz bir filmin ardından gerçekten hayalkırıklığı olarak kabul edildi. Ben tam olarak öyle düşünmüyorum, zira "Only God Forgives" izleyiciyi sıkmıyor ve değişik bir dünyanın içine sokmayı başarıyordu. Refn'in olayının daha çok görsellikle ilgili olduğunu baştan kabul edince de karakterlerin yüzeyselliği sıkıcı olmaktan ziyade kabul edilebilir geliyordu. "Drive" gerçekten nasıl çıkmış bilemiyorum, ama Refn daha 2-3 film kadar onun ekmeğini yemeyi sürdürecek gibi görünüyor.


Film hakkında biraz detaya inecek olursam, önce başarılı olduğu kısımları ele almam lazım. Refn dışında kimsenin görsel estetik konusunda bu kadar takıntılı olduğunu görmedim. Her şeyin inanılmaz yapay ve plastik görünmesi ile ilgili kaygısı yok ve sahnelerini acele etmeden, sindire sindire ve hesaplı bir şekilde kurguluyor. Diğer filmleri gibi, güzel repliklere ihtiyacı yok. Çoğu zaman diyaloglar komik düzeyde basit ilerliyor ve karakterlerle herhangi bir özdeşim yapamıyorsunuz. Ama bu filmin özelinde bunun işe yaradığını düşünüyorum. Gerçekten "güzelliğin her şey olduğu" bir dünyanın içine çekiyor bizi. Bu güzellik, ulaşılması imkansız, sadece onunla doğarsanız sahip olabileceğiniz bir parlaklık olarak ifade ediliyor. Öyle bir ışık ki bu, güzellik özlemi ile çırpınan onlarca genç kızın birbirini yemek için yanıp tutuştuğunu görüyorsunuz. Bu gerilimi çok güzel yaratıyor. Pek çok yan karakter ile destekliyor ve sona doğru iyice bir kabusun içinde bulmanıza yardım ediyor. Müzikler de, diğer filmlerde olduğu gibi başarılı. Bir "Nightcall" yok elbette, ama filmi alıp götürüyor diyebilirim. Hatta içimden sürekli uzun bir müzik klibi izlediğim düşüncesi geçti film boyunca. Refn, şahane bir klip yönetmeni de olabilirmiş.

Negatif yanları ise aslında çok ufak tefek değil, filmin dev kusurları olduğunu düşünüyorum. Bunlardan en büyüğü sanırım inandırıcılıkla ilgili. Hayır, film inandırıcı ya da gerçekçi olmaya çalışmıyor. Leoparların oda bastığı ya da kan banyoları yapılan bir filmden bahsediyoruz. Daha çok karakterlerin gelişimi ve değişimi konusunda bir acele ve temelsizlik söz konusu. Jesse, herkesin -nedense- çok güzel bulduğu ve tapındığı bir figür. Ama narsisistik yükselişi ne zaman oluyor, neden oluyor asla anlamıyorsunuz. İyi olduğunu düşündüğünüz bazı karakterler, neredeyse gizli cadılara dönüşüyor. Jesse ortalıktan kaybolduktan sonra bile film bitmiyor. Sembolizmin basitliği ve sığlığı sona doğru kusulan bir "göz"den ya da yamyamlık, kan emicilik ve ölüsevicilik gibi çok da gerekli görünmeyen cinsel yönelimlerden gözünüze parmak sokmaya başlıyor. Refn kendisi de filminin çok derin meselelerle uğraşmadığını kabul ediyordur diye düşünüyorum. Çünkü görüntü yönetimine kafa patlatmaktan neredeyse filmin gerisini unutmuş gibi görünüyor.


Oyunculukları dışarıda tutuyorum elbette, çünkü iyi oyuncuların irili ufaklı rollerde harikalar yarattığını düşünüyorum. Aynı şekilde kostümler ve makyajın de ayrıntı ile çalışıldığını söyleyebilirim. Ama filmde sürekli "evet, şimdi oluyor" dediğiniz ama asla "olmayan" bir şeyler var. Yani "Black Swan" ile kıyaslayabilirsiniz, ya da Lynch filmleri ile. Ama yine de asla onlar gibi olamayan, olamayacak bir eksiklik hissi var. Yoksa filmin konusu, geçtiği ortam ve fikir mükemmel bir malzeme sağlıyor. Refn şahane bir fırsatı kaçırmış ama ortaya izlenmeyi hak eden bir film çıkarmış diye düşünüyorum.

Bu film bu hali ile "Drive"dan bir adım geri, "Only God Forgives"ten bir adım ileride duruyor. Yine de benzerini bulamayacağınız bir şeyler de var. Sinema açısından kıt yaz aylarında kaçırılmaması gerekiyor diye düşünüyorum. 7/10

24 Eylül 2016 Cumartesi

Nick Cave & Bad Seeds - Skeleton Tree (2016)



Nick Cave'in sevenlerinin kalbinde özel bir yeri vardır her zaman. Gelmiş geçmiş en karizmatik singer/songwriter olması bir yana, müzik ile hikaye anlatımı konusunda kimsede olmayan bir yeteneğe sahip olduğunu düşünürüm. Bu yeteneği zamanla edebiyata ve sinemaya da geçti zaten. Nick Cave yaşlandıkça ışığını kaybedenlerden değildir üstelik, 2001 tarihli "No More Shall We Part" benim şahsi favorim olmakla birlikte, sonrasında yaptığı albümlerin de gerçekten iyi olduğunu söylemek mümkün. "Abattoir Blues/The Lyre Of Orpheus" mesela, gerçekten çok iyi bir albümdü. Üstelik bunlar ciddi olgunluk dönemi eserleriydi. "From Her to Eternity" veya "Murder Ballads"ın çok uzağında, bambaşka bir insanın elinden çıktığını hissettiren albümlerdi. Ama temalar genelde sabitti, ve bunlardan en belirgin olanı da her zaman "ölüm"dü.

"Skeleton Tree" ile ilgili okuyacağınız tüm yazılar, üzücü bir olaya işaret edecektir. Sanırım albümü bu üzücü olayın karanlığından uzakta değerlendirmek mümkün olmayacak. Albümün kayıtları sırasında Nick Cave'in oğlu bir tepeden düşerek hayatını kaybetti. Albümün kayıtları yarıda bırakıldı ve bu ani ölümün karmaşık yası işin içine girdi ister istemez. Tabi şarkıların bu olayın öncesinde yazıldığını, ama kaydın bu olaydan sonra yapıldığını düşününce, en azından atmosferde, düzenlemelerde ve Cave'in sesinde etkilerini hissetmek mümkün. Dahası bence şarkıların sözlerinde de ufak oynamalar olabilir. "One More Time With Feelings" belgeselini izleyince bu soruların cevabını daha iyi öğrenebileceğiz. Ama şimdiden aldığım duyumlar, gerçekten sözlerde bir takım doğaçlamalar yaptığı yönünde.

Albüm inanılmaz bir açılışa sahip. "Jesus Alone" tekinsiz ve zorlu bir giriş yapıyor albüme. "You fell from the sky, crash landed in a field" diyerek başlıyor. İster istemez, burada oğlundan bahsettiğini düşünmeden edemiyorum. Şarkının yoğun synthler içindeki klostrofobik tonu etkileyici. Hemen arkasından gelen "Rings of Saturn" açılış şarkısından tamamen bambaşka bir tona geçiş yapıyor. Cave'den beklemediğim değişik bir vokal performansı var ve şarkının neredeyse neşeli bir tonu olduğunu düşünüyorum. Müzikal anlamda albümün en güzel düzenlemeleri bu şarkıda saklanıyor.

Ardından gelen "Girl In Amber" albümün en hüzünlü eserlerinden biri, ve yine ani bir ton değişikliği yaşıyor. Cave gerçekten ağlayarak söylüyor adeta, eşi için bestelediğini düşündüğüm bu şarkıyı. Yaşanan acının eşi açısından nasıl zorlu bir süreç olduğuna dair detayların varlığı ile birlikte. "If you want to leave, don't breath" diyor adeta öğüt verircesine. "Magneto", filme adını veren "One More Time With Feeling" sözünü içeriyor. Daha çok eski eroin kullanımından bahsettiği yavaş ve karanlık bir şarkı.

Albümün 2. yarısı, ilk yarının yarattığı beklentinin üstünün çıkıyor. Hatta diyeceğim o ki, ilk yarı güzel bir Cave albümü iken, ikinci yarı albümü en iyilerden biri haline getiriyor. "Antrocene" değişik bir davul melodisi ve synth'lerle aksak bir şekilde başlıyor. Piyanolar ile birlikte Cave, Mallick'in "Tree Of Life" filmini anımsatan bir felsefi hava yakalamayı başarıyor. Hatta bana Scott Walker'ın son dönem albümlerinden fırlamış kadar esrarengiz geldi. Sonrasında ise albümün merkez şarkısı geliyor. "I Need You" gerçekten tüyleri diken diken eden bir başyapıt diyebilirim. Lafı dolandırmayacağım, şarkının oğlunun ölümünün ardından kaydettiğini biliyorum. Bu bakış açısı ile bu şarkıyı dinleyen kimsenin gözlerinin yaşarmaması imkansız. "One More Time With Feelings"'te "You're still in me - Hala içimdesin" repliği ile ilgili şunu söylüyormuş Cave: "Arkadaşlarım oğlumun ölümü sonrasında onun hep kalplerinde yaşamaya devam edeceğini söylediler, ben de onun hala kalbimde olduğunu ama yaşamaya devam etmediğini söyledim." Cave dünyanın en güzel sesli vokalisti değil, ama bu şarkıda güzel söylemesine bile gerek yok. Bu kadar duygu ile söylenmiş bir şarkıyı, Sufjan Stevens'ın annesinin ardından yazdığı "Carrie and Lowell"den beri duymamıştım.

Albümün yükseliği burada bitmiyor, sonrasında gelen "Distant Sky" albümün ilk yarısındaki karanlıktan biraz daha uzaklaşıyor ve duygusal kıyılara iyice yanaşıyor. Soprano Else Torp'un Cave'e eşlik ettiği bu şarkı gerçekten Cave'den beklediğim kadar kırılgan bir ruh haline bürünüyor. Torp'un söylediği kısımlar o kadar duygusal ve bariz şekilde oğlu ile ilgili ki Cave'in bunları söylemeye dayanamamış olduğunu hissettiriyor. "Murder Ballads" dışında Cave dışında başka birinin şarkı söylediği görülmemişti Bad Seeds albümlerinde. Şok üstüne şok yaşıyorum şarkının güzelliği ve Else Torp'un başarısı karşısında.

Kapanış şarkısı "Skeleton Tree" mükemmel 3 final şarkısının sonuncusu oluyor. Orijinalinin çok daha sert olduğu söylenen bu şarkı, Slowdive şarkılarından fırlayan bir gitar ve piyano melodisi ile başlıyor. Bütün bu felaketin sonucunda huzura bulmaya dair bir arayış bu aslında. Hiç bitmeyecek bir acıya alışmakla ilgili duygularını ifade ediyor. "It's Alright Now" diyerek bitiriyor albümü. İlk defa ölüm Cave için ilginç bir hikaye değil de yüzleşilmesi gereken çok ağır bir yük. Ve bir şekilde bununla başa çıkmaya çalışıyor. Son 3 şarkıyı gözlerim yaşarmadan dinlememin yolu yok.

Sufjan Stevens örneğinde olduğu gibi, yetenekli müzisyenlerin ciddi kayıplar sonrası yaptıkları albümler insanın boğazını düğümleyen cinsten oluyor. Cave müzik adına bu kadar iyi bir yılda, en iyi albümlerden birine imza attı. Üstelik bunu, özgünlüğünü kaybetmeden ve kendi sınırlarının daha da ötesine geçerek başardı. Kariyerinin en özel albümlerden biri olduğunu ve sadece hayranlarının değil, müzik seven herkesin bir şans vermesi gerektiğini düşünüyorum.

23 Eylül 2016 Cuma

Hearthstone Güncesi #5: Hangi Neutral Legendary'yi Yapmalıyım?

Hep belirttiğim gibi, çok profesyönel bir oyuncu değilim. Ama oyunda yeterince zaman geçirdim ve oynamadığım zamanlarda da maç izler gibi internette usta oyuncuları takip ediyorum. Son yazımda deck oluştururken dikkat edilecek genel birkaç unsurdan bahsetmiştim. Bu yazıda ise temel mevzulara devam ediyorum.

Oyuna yeni başlayan oyuncuların genelde elinde C'thun dışında bir legendary olmuyor. Çok fazla pack açmadıkça da bunlara rastlamak zor. Özellikle en iyilerden bazılarını ancak solo adventure'lara altın harcarsanız ulaşabiliyorsunuz. Ama elbette bir gün 1600 dust'a ulaşıyorsunuz ve aklınızda o soru var: hangi legendary'yi craft etmeliyim? Açıkçası benim için oldukça net bir cevabı vardı bu sorunun ama yine de oldukça ince eleyip sık dokumuştum. Benim zamanımda her deck'in temel taşı olan Dr. Boom ilk yaptığım legendary olmuştu. Meta o günlerden beri oldukça değişti. Şu anki metada hangi legendary daha çok işe yarar biraz bundan bahsedelim.

Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, özel olarak ilerlemek istediğiniz bir karakter varsa o class'a ait legendary'lere göz atmak gerekir. Ben bu yazıda neutral legendary kartları ele almayı düşünüyorum. Elbette çok çok iyi class legendary'ler var ama o başka bir yazının konusu olacak. Özellikle belli bir classa yönelmeyi düşünmüyorsanız zaten ilk dustlarınızı class legendarylerine harcamanızı tavsiye etmem. Her deck'te kendine yer bulabilecek kartlar uzun vadede daha çok işinize yarayacaktır.

Başka bir tavsiyem de gaza gelip, elinizde fazla olmayan kartları kullanmam diye düşünüp kırmamanız. Çünkü en işe yaramaz görünen kartı bile bir gün arayabilirsiniz. Bizzat başıma geldi. Kart kırmak yerine pack açmanızı ya da arena'ya girerek dust biriktirmenizi tavsiye edebilirim. İlla legendary lazım diyorsanız, size tavsiyem Blackrock Mountain'ın ilk wing'ini 700 altına açıp Emperor Thaurissan'ı almanız. Oyunda dust harcamadan elde edebileceğiniz en iyi legendary kart kendisi.

Şimdi gelelim 3 temel karta...

1-Sylvanas Windrunner



Sylvanas'ı ilk sıraya alırken hiç şüphe duymadım. Eğer 1 kart yapacaksanız, bu Sylvanas olmalı. Sylvanas oyuna girdiği an oyunun tüm akışını değiştiren bir kart. Çünkü rakibinizi zorlu bir seçimde bırakıyor. Ya elindeki tüm kartları kırarak Sylvanas'ı ortadan kaldırmalı, ya onu yok sayarak size saldırma veya yeri temizleme şansı vermeli. Daha zekicesi ise yeri ufak minionlarla doldurup onlardan birini kapmanızı ummak, ama bu fazlası ile işi şansa bırakmak oluyor. Sylvanas'ın Moat Loarker ya da N'zoth ile mükemmel bir ikili olduğunu, hatta Barnes ile 1/1 olarak yaratıldığında bile şahane işe yaradığını da belirtmek lazım. Bunu almayacağınız çok az deck var, onlardan biri de Zoolock ile Facehunter olsa gerek. Bunun dışında nereye koyarsanız koyun sırıtmayacak.

2-Alexstrasza

Karttaki görüntüsüne bakmayın, kendisi oldukça hoş bir hatundur. Aynı zamanda ejderhaların en güçlüsü olarak bilinir. Chromaggus, Neferian ya da Ysera'yı da küçümseyecek değilim ama hiçbiri bu kart kadar değişken bir kullanıma sahip değil. Kullanmak için oyunun uzaması gerekiyor, bu nedenle yine agro decklere konacak bir kart değil. (Agro decklere zaten legendary koymaya gerek yok.) Alexstrasza oyunun sonunda ortaya 8/8'lik bir cisim olarak düşüyor, üstelik karşıdakinin canını kaç olursa olsun 15'e çekerek. Bir Mage için, elinde 2 Fireball olması durumunda oyunu kazandığı anlamına geliyor. Daha ilginç bir kullanımı da kendi canınızı 15'e çıkarması. Bunu da agro decklere karşı savunma amaçlı kullanabilirsiniz. Çünkü yerde 8/8'lik bir minion dururken hala size saldırması karşı taraf için oldukça zor olacaktır.

3-Ragnaros The Firelord



Bu kartın tarihi çok eski, ilk oyun çıktığı dönemlerde en popüler kartlardan biriydi. Sonra Dr. Boom gibi bir klasik ile pabucu dama atılmıştı. Şimdi Standart setin gelmesi ile herkesin elinde görür olduk. Tekrar popülerliğini geri kazandı diyebiliriz. Haksız da değil kullananlar, çünkü Ragnaros başka hiçbir kartta olmayan bir güce sahip. Kime vuracağını kontrol etmek pek mümkün olmasa da, oyuna girdiği anda, Sylvanas gibi bütün dengeleri değiştiriyor. Diyelim yerde bir minion var ve Ragnaros attınız, %50 şans ile zaten minion ölecek ve Ragnaros hiçbir güç kaybı yaşamamış olacak. Eğer rakibinize vurursa, 8 hasar almış olacak ve hala onu yok etmenin bir yolunu bulması gerek. (Big Game Hunter eskisi kadar popüler değil.) Dahası silence edilmesinin de bir faydası yok, bu sefer de kendisi saldırabilir hale geliyor. Sanırım en büyük zayıflığı yine Sylvanas, çünkü onu öldürürse karşı tarafın eline geçebilir. Bu da oyunu kaybettiğiniz anlamına gelebilir. :)

Bu 3 kart şu aralar en çok işinize yarayacaklar. En azından başlangıç olarak bu üçünün elinizde bulunması gerekiyor. Bunlara harcadığınız dust'a asla üzülmezsiniz ama bir Harrison Jones gibi teknik bir kartı yaptığınız için pişman olabilirsiniz. Ama size tavsiyem gerçekten pack açarak dust edinmeden önce, biriktirdiğiniz altınlarla adventure wingleri açmanız olacak. Çünkü en güzel legendary'lerin bir kısmı orada gizli.

Zamanla class legendaryler ve solo adventure'da gizli kalan cevherleri incelemeye devam edeceğim.

22 Eylül 2016 Perşembe

Bitmesini İstemediğiniz Hikaye: Undertale (2015)


Bağımsız oyunlar dünyası, benim gençliğime göre oldukça gelişti. Steam gibi platformların sayesinde de daha çok kişiye ulaşabiliyor ve satış rakamları da diğer büyük firmalardan çok aşağıda kalmıyor. Çok az oyun ise, neredeyse şu an piyasa olan bütün oyunlara orta parmak göstererek radikal bir yol çizerek ortaya çıkıyor. Bağımsız oyun platformu bile birbirini tekrar eden "open world" oyunlar, yaratıcı bir fikirle ortaya çıkan platformerlar ya da puzzlelar ve pixelli grafikleri dışında pek bir şey sunamayan rpg'lerle dolup taşmış durumda. Her yıl birkaç oyun, tıpkı bağımsız oyun fırtınasını başlatan Braid, Bastion ya da Cave Story kadar etkileyici ya da devrimsel olabiliyor. Daha önce bu sayfalarda gözüm yaşlı bahsettiğim To The Moon veya deneysellikte sınır zorlayan Pony Island gibi oyunları rahatlıkla bu listeye alabilirim. Ama bu listenin en üst sıralarına bir oyunun adını yazmak gerekir ki, o da bu yazıya konu olacak Undertale.

Undertale, aşırı basit grafikleri ve düzlemsel ilerleyen rpg yapısı ile ilk bakışta çok ilgi çeken bir oyun değil. Çoğu kimse gibi ben de oyunu aldığı çok iyi eleştirilerden sonra denemeye karar verdim. Ama oyunun bir aşk ürünü olduğunu anlamak için 10 dakika oynamam yetti diyebilirim. Açılışında bizi alışık olmadığımız ama çok da uzak gelmeyen bir dünyada karşılıyor. İnsanlarla canavarların büyük bir savaşa giriştiğini, bu savaşı insanların kazandığını ve canavarları yerin altında yaşamak üzere zorladığını anlatıyor bu epilog. Sonrasında ise hiç kimsenin gitmediği bu canavar dünyasına yanlışlıkla düşüyoruz. Karşımızda tatlı ve neredeyse birkaç pixel'den oluşan bir papatya beliriyor ve bize biraz nasihat veriyor. Sonrasında ise bunun kafayı sıyırmış bir yaratık olduğunu anladığımızda, hikayenin en anaç ve ilgi çekici karakterlerinden biri Toriel geliyor. Toriel bizi alıp evine götüren, tatlı mı tatlı bir yaratık. Gerçekten insanı anaçlığı ile öyle sıcacık sarıyor ki, bir yandan oyunun devamını görmek istiyorsunuz, bir yandan da Toriel'in kanatları altından çıkmak istemiyorsunuz.

Papyrus'un evinde romantik bir akşam sizi bekliyor.
Ama oyunun bize sunduğu pek çok sürpriz var. Oyunun sevgi ile donatılmış olduğunun en güzel ifadesi sanırım oyundaki bütün karakterlerle dövüşmek ya da onlarla konuşmak gibi 2 seçeneğin bize sunulmuş olmasından anlayabiliriz. Oyunun bu konuda aldığımız kararlar doğrultusunda tamamen bambaşka yönlere evrileceğini ve bambaşka sonlara ulaşabileceğini de belirtmem gerek. Oyunda random çıkan ve bir şekilde dövüşmeniz gereken yaratıkların her birinin kendine has bir karakteri ve ruhu var. Onunla biraz konuşarak onu tanımanız ve bu sayede onunla dövüşmek yerine, onu ikna ederek veya mutlu ederek dövüşü sonlandırmanız mümkün. Bu şekilde daha az altın ve experience kazanacaksınız, ama oyun sırasında göreceksiniz ki ne altın ne exp size mutluluk veriyor. Oyun size aldığınız kararlar doğrultusunda şok edici gelişmeler hazırlıyor. Hatta şöyle diyeyim, oyunda sevdiğiniz bir karakteri istemeden öldürdünüz, sonra pişman olup kaydetmeden çıkıp geri girdiniz. Oyun bunu görüyor ve yaptığınızı yüzünüze vuruyor. Bir noktada zihninizi okuduğunu düşünmeniz bile olası.

Undertale rengarenk karakterle dolu. En son Grim Fandango'da bu kadar değişik ve orijinal bir cast görmüş olabilirim. Oyundaki karakterler arasında kimler kimler var? Çoğu başta sizin düşmanınız olan ama sonra sizi tanıdıkça size ısınan, bazıları size aşık olan, bazılarına ise sizin aşık olduğunuz, gördüğünüzde köşe bucak kaçtığınız, hatta bir televizyon programına bile konuk olabildiğiniz karakterleri anlatmakla bitiremem. Zaten oyunda size bir cep telefonu veriliyor ve bunu oyun boyunca bol bol kullanabiliyorsunuz. Değişik yerlerde denemenizi tavsiye ederim çünkü eğlenceli diyalogları keşfedebilirsiniz.

Toriel bir oyunda gördüğüm en yürek ısıtan karakter olabilir.
Oyundaki dövüş sisteminden bahsetmemek olmaz. Oyunda eğer yaratıkla karşı karşıya gelirseniz, ikinizin de saldırı için turn-based ilerlemeniz gerekiyor. Yaratığın size saldırısında ise, siz bir KALPsiniz ve bir kutuda duruyorsunuz. Adeta bir arcade oyunu tadında geçen dövüşlerde size doğru gelen piksel parçacıklarından kaçmaya çalışıyorsunuz. Ama onların da değişik renkleri var, bazılarında hareket etmeniz, bazılarında sabit durmanız lazım. Oyun değişik kombinasyonlarla size gelse de, asla ama asla çok zorlaşmıyor combat konusunda. Daha çok sizi komiklikleri ile eğlendiriyor.

Undertale çok basit bir görünüme rağmen, kocaman kalbe sahip bir oyun ve bilgisayar oyunlarını seven herkesin, özellikle dil problemi de yoksa, şans vermesini isterim. Pişman olmayacaksınız, hatta muhtemelen çok etkileyici bir tecrübe yaşamış olacaksınız. Tekrar tekrar oynamak için istek yaratan bir eser.

Radiohead'den Paul Thomas Anderson İmzalı "Present Tense"

"A Moon Shaped Pool" kimilerine göre yılın en iyi albümü, kimilerine göre ise biraz "hype". Ama sanırım kimse iyi bir albüm olmadığını iddia edemez. Radiohead'in tekrar formuna döndüğü ve şahane bir albüm yaptığını düşünüyorum şahsen. İlk dinleyişte insanı yaralayan hoş bir melodiye sahip "Present Tense" ise albümün en güzel şarkılardan biri. "Burn The Witch" ve "Daydreaming" ile birlikte 3. single olarak gelmesine kaçınılmaz gözle bakıyordum. Nitekim bir önceki video gibi, Paul Thomas Anderson yönetmenliğinde bir live video geldi. Bu oldukça şaşırtıcı, neden mi?

Şarkının PT Anderson tarafından çekilmiş bir mini videosu zaten mevcuttu. (Vignetteler tüm şarkılar için hazırlandı zaten.) Thom Yorke ve Jonny Greenwood (ki kendisi PTA filmlerinin soundtracklerine el atmayı ihmal etmez) bu videoda, videoya da adını koymayı ihmal etmediklerim drum machine CR78 ile beraber çalıyorlar. (Oldukça komik ve zekice olmuş.) Klipte sabit açılar kullanılmış ve neredeyse PTA tarafından kameraya alındığını tahmin etmek mümkün değil. Bunun yanında, Radiohead live videolarını (Scotch Mist'i saymazsak) bu şekilde piyasaya sürmez. Ama söz konusu "Present Tense" olunca sanırım şarkının live halinin çok daha etkileyici olduğunun farkındalar. Zira Thom ve Jonny, neredeyse albümdekinden daha iyi bir performans ortaya çıkarıyorlar. Thom'un vokalindeki incelikler, şarkıyı söylerken yüzünün aldığı ifade bile çok çok etkileyici oluyor. 

Klibin sonunda Jonny, Thom'a gülümseyen, mütevazi bir bakış atıyor. Sanırım o bakış, aradan onca yıl geçtikten ve bu iki insan artık yaşlandıktan sonra bile Radiohead'in birbiri ile bu kadar uyumlu bir grup olmaya devam edebildiğinin özeti gibi.

Videoyu izlemek ve kendinizden geçmek için buyrun:

21 Eylül 2016 Çarşamba

Stefan Zweig'ın Kusursuz "Amok Koşucusu"


Bir psikiyatrist olarak Stefan Zweig'a, hayranlık duyduğu ve fikir paylaşımında bulunduğu Freud bakış açısı olmadan bakamıyorum. Zweig'ın "Amok Koşucusu" kitabını asistanlığa ilk başladığım dönemlerde duymuştum. Psikiyatrinin temel kitabı olan DSM'nin en arka bölümünde kültürlere özgü hastalıklar bulunur. Burada ismini hiç duymadığımız, sadece belli yörelerde ve kültürlerde görülen değişik hastalıklar yer alır. Bunlardan biri, ve Zweig sayesinde en meşhuru, Amok'tur. Daha çok Malezya yerlilerinde görülen bu rahatsızlığı, korkunç ve ölümcül bir cinnet olarak isimlendirebiliriz. Kitabı duyduğumda aklıma gelen, Zweig'ın bu hastalığı nasıl bir öyküde buluşturmuş olabileceğine dair meraktı. Amok'u bilmeyen biri için ise oldukça esrarengiz bir isim olmalı.

Bu kitap en ilginç öykülerinin yer aldığı bir öykü kitabı ve Zweig'a başlamak için oldukça doğru bir adres gibi duruyor. Hayatı neredeyse sürgünden sürgüne geçmiş, Avusturya'da başlayan hayatı Brezilya'da intiharla sona ermiş bir dehanın öykülerinin neşeli olmasını bekler misiniz? Açıkçası birkaç öykü beklediğimden daha neşeli ve komikti, ama şaşırtıcı olmayan bir şekilde çoğu karakter ya kendini öldürüyor ya da öldürtüyor. Zweig'ın ruh halının parçacıkları her köşe başına gizli.

Başlangıç hikayesi "Bir Çöküşün Öyküsü" nefesimi kesti. Gerçekten ana karakterini bu kadar derinlikle, heyecanla, ilgi ile inceleyen pek az yazar gördüm. 50 sayfalık bir öyküde yüzlerce sayfalık ayrıntı gizliydi. Psikanalize olan ilgisini en güzel gösterdiği öykü bence bu. Sınırdurum bir karakteri ele alıyor, ve karakterin dünyaya bakış açısını, alma verme ilişkisini sürdürmekte nasıl zorlandığını ve yaşamının anlamsızlığını nasıl anlama dönüştürmeye çabaladığını anlatıyor. Kimsenin hatırlamadığı bir Fransız prensesinin Normandiya'da sürgüne gönderilmesinden sonra, kendi iç dünyasında nasıl bir çırpınma halinde olduğunu, çevresinde köylüler ve Paris'teki sahte arkadaşlıkları üzerinden anlatan Zweig, kolay kolay her yazara kısmet olmayacak bir kusursuzluğa ulaşıyor.

Kitaba adını veren "Amok Koşucusu" ise heyecanlı ve dramatik bir başyapıt. Yine karakterini derinlikle, aşırı derinlikle, incelemekten geri kalmazken, bu sefer çok ilginç bir hikaye anlatım tekniğini de kullanıyor. Hikayeyi anlatan ana karakter değil, bir yan karakter. Ve ana karakter ile bir gemide şaşırtıcı, korkutucu bir karşılaşma yaşıyor. Hikaye içinde hikaye şeklinde açılan öykü, bir yandan gerçek olabilecek bir his de veriyor. Hikaye ilerledikçe, ana karakterimiz olan Doktor'un neden bir Amok koşucusu gibi, kendine ve çevreye zarar veren bir çılgınlığa ulaştığını bize anlatıyor. Her sayfasında nefesini tuttum ve anlatımın güzelliğine inanamadım. 

"Madalya" aralarda gizlenmiş, çok başarılı ve vurucu bir öykü. Savaşla ilgili tarihsel gerçekliğe sahip öyküler çok ilgimi çekmez. Ama bu öykü bir kısa film çekilecek kadar etkileyici. İspanya-Fransa savaşı zamanı zorla hayatta kalan bir komutanın yabancı topraklarda hayatta kalma çabasını anlatıyor. Oldukça da kısa bir öykü olmasına rağmen bitişi ile surata tokat gibi çarpıyor. Ana karakterin intihar etmediği az öyküden biri aynı zamanda. 2. dünya savaşı sırasında depresyona girerek intihar eden bir yazarın elinden çıktığı belli.

"Ayışığı Sokağı" ise "Amok Koşucusu"nun izinden giden bir anlatıma sahip. Yani bir karakter, ana karakter ile tanışır ve onun öyküsünü dinlemeye başlar. Çılgın bir aşk ve intikam öyküsü olması ve karakterlerin sürekli rolleri değiştirmesi ile psikolojik incelemelere devam etmektedir.

En sevdiğim öyküyü sona bıraktım. Hatta okuduğum en güzel 10 öyküden biri olabileceğini iddia ediyorum. "Leporella"yı okurken gözlerime inanamadım. Zihinsel engelli olduğunu düşünebileceğiniz, dünyanın en sıkıcı, en itici karakterini anlatıyor Zweig. Ama öyle bir anlatıyor ki, bundan daha ilgi çekici bir şekilde anlatılabileceğine ihtimal vermiyorum. Hayatını kırsalda geçiren donuk zekalı bir kadının, bir Baron'un evinde çalışmaya başladıktan sonra küçük ama garip hayatının nasıl açıldığını ve psikopatik bir düzeye geldiğini, bambaşka metaforlarla ve kahkahalarla güleceğiniz bir muziplikler anlatıyor. Bu öyküyü okuyup da hastası olmayan birini hayal edemiyorum.

Zweig kesinlikle tüm kitaplarını mercek altına alacağım bir yazar bundan sonra. Sırada "Macellan" var. Dünyayı keşfetme hayalleriyle yola çıkmış bu gezginin yaşamını anlattığı bir kurgu-biyografi, muhtemelen diğer öykülerinde ele aldığı gerçek tarihi karakterler gibi, oldukça derinlikli incelenmiştir diye düşünüyorum. Freud'un dinamik kuramını hatmettiği her halinden belli ve öykü yazmak konusunda nefes almak kadar doğal bir yeteneği var. Amok'u oldukça kısa bir kitap olduğu için de kaçırmamanızı tavsiye ediyorum. Okumakta geç kaldığım için pişmanım.

Zweig ve karısının son fotoğrafı


20 Eylül 2016 Salı

Hearthstone Güncesi #4: Deck Hazırlarken Dikkat Edilmesi Gerekenler

Bir yıldan uzun süredir Hearthstone oynuyorum, daha önceki bölümlerde de bahsettiğim gibi, usta bir oyuncu olduğumu asla söyleyemem. Ama kendimce oynuyorum ve internette yayın yapan oyuncuları da sık sık izliyorum. Bu bölümde genelde maceralarımı paylaşmakla birlikte, değişen meta ile birlikte genel bilgiler vermenin de gerekli olduğunu düşünüyorum.

Öncelikle genel bilgiler

Hearthstone bir kart oyunu ve diğer kart oyunları gibi aslında bir strateji oyunu olarak görmek de mümkün. Burada önemli olan kullandığınız kartların anlamlı ve güçlü olmaları. Kartlar bazen tek başına çok güçlü olmayabilirler, ama kullandığınız deck içinde kendilerine güçlü yerler edinebilirler. Bu da şu anlama geliyor, en saçma görünen kart bile aslında belirli bir amaca sahip. Hepimiz, karşımıza değişik deck'i ile çıkan ve bizi şaşırtan oyunculara denk geliyoruz.

Oyundaki güncel deck'lere "meta" adı veriliyor, yani o sırada moda olan kartların yön verdiği bir durum söz konusu. Bunu hem Blizzard teşvik ediyor, hem de biraz dönemsel olarak kendiliğinden değişiyor. Blizzard son dönemde oyunu wild ve standart olarak 2'ye bölerek bunu biraz daha belli etti. Standart sistemde son yıllara ait kartlar dışında yeni kart kullanamıyoruz. Bir yandan belirli kartları nerf'lüyor, yani belirli kartların mana değerini yükseliyor ya da gücünü düşürüyor. Bu da bu kartın kullanım sıklığını azaltıyor ve meta'yı değiştiriyor. Güncel olarak başarılı olmak istiyorsanız bu meta'yı iyi takip etmeniz ve buna antidot olacak deckler geliştirmeniz gerekiyor.

Temel olarak bir deck

Temel kartlar aslında oldukça güçlü ve hiçbir kart satın almadan da oldukça ilerlemeniz mümkün. Ama yine de en güzel kartlara ulaşmak için bolca pack açmanız gerekiyor. Yeni başlayanların genel yanılgıları, deck'lerini güçlü minion'larla veya büyülerle doldurmak ve karşıdakine saldırmanın iyi bir şey olduğu yönünde. Bu şekilde kazanmak için gerçekten iyi ayarlanmış bir aggro deck'iniz olmalı. Yoksa masayı kontrol edemediğiniz sürece yenilmeye mahkumsunuz. Dengeli ayarlanmış bir deck şunlardan bir parça içerecektir:

1-Mana dağılımı iyi bir deck: Class'ınıza da bağlı olarak ilk ellerde de ortamı boş bırakmamanız gerekiyor. Oyunun ilk 3 eli bir şey oynayamazsınız, bu nedenle 10 manalık güçlü kartlarla dolu bir deck, eğer özel bir strateji içermiyorsa kaybetmeye mahkumdur.

2-Özellikle kartların iyi ayarlanması: Oyunda battlecry, deathrattle, taunt, divine shiled, charge gibi genel ve daha spesifik bir takım özellikleri olan kartlar mevcut. Bunlar olmadan ilerlemeniz zor, çünkü bu kartlar genelde size vuruş gücü kazandırmakla beraber, stratejinin tam olarak ortalığa döküldüğü yerler. Mesela spellmage olan biri, Azure Drake taşımamakla bir hata yapmaktadır. Bu kart hem kendini yenilemekte, hem de size büyü gücü vermektedir. Bunu yapabilen tek bir kart var, o da 1/1'lik bir legendary olan Bloodmage Thalnos. Her class'ın olmazsa olmaz ve rare'den çok da öte olmayan kartları var. Bunları packlerde bulamıyorsanız, kendiniz dust kullanarak yapmalısınız.
3-Kart sayısı: Bunun ne kadar önemli olduğunu anlamak için pro olmak gerekmiyor. Elinde fazla fazla kartı olan kazanır, bunun sebebi de seçim şansınızı artırıyor olması. Sadece yerden kart çekmek zorunda kaldığınız topdeck durumlarında neredeyse hiçbir şansınız yoktur ve yerden işe yaramayan bir kart gelmesi durumunda boşa bir el geçirirsiniz. Bu da kaybetmek anlamına gelir. Bunun için de kart çekecek büyü veya minionları bulundurmanız gerekiyor. Her class'ın bu anlamda kendi büyüleri var, bazıları karşıdakinden bile kart çekiyor (Rogue, priest). Minion olarak ise en sık Azure Drake, Acolyte of Pain, Loot Hoarder göreceksiniz, bu üçünü de öneririm. Priest için Northshire Cleric olmazsa olmaz. Gnomish Inventer ve Cult Master ise ilk sırada önermeyeceğim kartlar. Kart çekmek açısından en sıkıntılı class sanırım Shaman, ama onun da Mana Tide Totem gibi bir harikası var. Bunları elinize almazsanız işiniz zor.

4-Büyüler: Büyüleri birkaç kategoriye ayırmak mümkünse de güçlendirici ve yokedici olarak 2 başlık altına alalım. Güçlendiriciler kendi minionlarınıza ya da direk size, health ya da vuruş gücü verir. Bunlar Paladin veya Druid değilseniz çok da işe yaramaz. Yokedici büyüler ise masayı kontrol etmek amacı ile kullanılınca çok etkilidir. Direk vuran büyüler (Fireball gibi) genelde çok etkilidir ama manası ile orantılı olarak. 4 manaya 6 vurmak çok iyi olabilecekken, 5 manaya 6 vuran bir büyü ancak yokluk sırasında mantıklı görülebilir AOE büyüleri diyeceğimiz alan büyüleri ise ortalığı temizlemek ve birden işleri tersine döndürmek için idealdir. Flamestrike bunların en ideali olup, Consecration veya Lightning Storm gibi örnekleri de düşünebilirsiniz. Bunlardan elinize en az 2 adet alıp, doğru anı beklemelisiniz.

Strateji

Temel konulardan biraz bahsettikten sonra stratejiye geçelim. Oyunda öncelikle hangi class ile oynayacağınıza bağlı olarak her şeyi gözden geçirmelisiniz. Hero Power sizin can damarınız ve kazanmanızı sağlayacak olan da o olacaktır. Her hero power belli bir avantaja sahip. Paladin ile 2 manaya 1/1 basmak saçma görünse de bunlar hem geliştirilebilir, hem de yeri asla boş bırakmadığınız için karşınızdaki rahat edemez. Mage ise 2 manaya 1 vuruyor olsa da, bunu Taunt'u bile aşarak yapabilir ve silah gibi sizin gücünüzden yemez. Bu anlamda kontrol için idealdir. Warrior aldığı zırhı her türlü kullanabilirken, Rogue silahı ve Poison'ı ile ortalığı temizleyebilir. En az işe yarayan kabul edilen Shaman'ın totem gücü bile Totally Totems stratejisi ile çiçek gibi işleyecektir. Tabi classınıza bağlı bir de hızını belirlemeniz lazım. Fast-face-aggro gibi terimler daha çok karşıdakine nefes alacak zaman bırakmayan ve ilk elden itibaren karşıyı zorlayan deckler için kullanılır. Burada karşınızdaki minionlarınızı kırmak için kendininkileri harcayacaktır. Tempo deckler ise tempoyu elinde tutan ve karşıdaki ile itişip kakışan bir yol izler. Strateji burada daha belirgindir ve karşıdakinin yerini temizlemeyi ve ufak ufak onu yaralamayı amaçlar. Fatigue ya da Mill türündeki Rogue deckler ise sizin kartınızı yakmak ve bitirmek üzerine kurulu bir düzenek sergiler. Eğer güç değeri düşük kartlarınız ya da büyüleriniz yoksa hayatta kalma olasılığınız düşüktür. Purify Priest, Pirate Rogue ya da C'thun Warrior gibi daha spesifik deckler de vardır, bunların hazır tarifleri internette olduğu gibi, daha eğlenceli olan sizin kendinizin bunu ortaya çıkarması olacaktır. Buraya şu noktada girmek biraz ayrıntı olacak.

Kartların Değerleri


Genel bilgilere son verirken, son olarak kartların değerlerini nasıl hesaplayacağımızı konuşalım. Bir kart 4 mana ise 8 birim güce sahip olması onu ortalama yapacaktır. Yani 4 manaya 4/4 vuran bir kart ortalamadır ve tercih edilmemelidir. Çünkü 4 manaya daha güçlü bir kart elbette mevcuttur. Kartın ek özelliğinin ona 1/1 eklediğini de düşünmelisiniz. Mesela Azure Drake her deck'te kendine yer bulabilir çünkü 5 mana 10 birimlik güç ister. 4/4lük vuruş, spell damage katkısı ve kart çektirme etkisi ile neredeyse 12 birimlik bir güce ulaşmaktadır. Tabi Divine Shield, Charge ya da Stealth gibi çok yüksek ihtimalle en az 1 vuruş yapaca kartların özellikleri de bu açıdan değerlendirilmelidir. Northshire Cleric 1 manaya 1/3 özelliğine sahip. Bu zaten oldukça iyi bir stat, bununla birlikte kart çektirme ihtimali onu çok daha değerli yapıyor çünkü sağlığı vuruş gücünden yüksek. Bu açıdan bir priest deckinde 2/5lik bir kart tercih ederken, bir hunter deckinde 5/2lik bir şeyi hele de charge ise tercih etmek daha manalı olacaktır. Hele bir Taunt'u gücü düşük olandan seçmek mantıksız olacaktır. Taunt zaten karşıdakine duvar oluşturma amacı içermektedir. Vuruş gücü aşırı düşük olmadıkça çok da önemli değildir. Bu şekilde hesaplarsanız aslında, deckinize almaya değer minionları hemen farkedeceksiniz. 4 manaya 4/5lik Chillwind Yeti artık çok popüler olmasa da zamanının en güçlü 4 manalık kartıydı, öyle düşünün.

Şimdilik burada son verirken, gelen sorular ve yorumlar üzerine bu basic seriye devam etmeyi düşünüyorum.

Lyon'u Muhteşem Bir Turist Şehri Yapan 5 Sebep

Tatilin kalanını yazamadım, bunun en büyük nedeni de neredeyse hiç durmadan dinlenmeden geziyor olmamdan kaynaklanıyordu. Marsilya'yı bile yarıda bırakmışım, ama şimdi tatil bitip de geri döndüğümde bütün bu tecrübenin anlatılmaz olduğuna ikna oldum. 14 günde 7 şehir ve 3 ülke gezdim, ve hangi birini anlatsam bilemiyorum. Bir yandan Basel'in seri havasından İstanbul'un sıcaklarına dönmüş olmak da sinirlerimi bozmuyor değil. Ama beni en çok şaşırtan, Aix-en-provence sonrası gittiğim Lyon oldu. Bu şehri o kadar sevdim ki, rahatlıkla en sevdiğim Fransa şehri olduğunu, Paris'ten bile keyifli bir yer olduğunu söyleyebilirim. Bu şehirde 3 gün kaldım ama diğer şehirlerden daha çok ve ayrıntılı gezindim. Bu nedenle neden bu kadar sevdiğim 5 maddede açıklamak istiyorum.



1-Lyon'un tarihi tahmin ettiğimden çok daha eski

Lyon, Dünyadaki en eski amfi tiyatrolardan birine sahip. Üstelik bir değil tam iki anti roma tiyatrosu şehrin tarihi kısmında sizi bekliyor. Ve bunlara ulaşım tamamen ücretsiz, halka açık ve isterseniz burada piknik bile yapabilirsiniz. Ben oradayken bir japon kafile tiyatronun önüne oturmuş, sepetlerinden çıkardıkları beyaz şarap ile şahane keyif yapıyordu. Üstelik en güzel manzaralı kısmı seçmişlerdi. Burası aynı zamanda teleferik ile direk ulaşılabiliyor. Bende M.Ö. zamanlarda oynanan bir dramayı 5000 kişi ile beraber izlemenin nasıl bir şey olacağına dair heyecan yarattı.



2-Notre Dame De Lyon

Tıpkı Paris ve Marsilya gibi, Lyon'un da tepesinde dev, şaşalı ve güzel bir basilikası var. Tabi tarihi eskiye dayanan bu basilikanın kendine has özellikleri var. Bunlardan biri içinde astronomik saat. 2017 yılında, yapımından sonra geçen yüzlerce yıla rağmen hala doğru ve düzenli çalışıyor. Gezimin devamındaki Strasbourg katedrali çok daha abartılı bir astronomik saate sahipti, ama bunu yakından incelemek mümkün ve bedava. Ayrıca buraya ulaşım yine Marsilya'nın aksine telefikle sağlanıyor. Yürümeye kalkacaksanız ciddi kardiyo yapmaya hazırlanın.


3-Şehir merkezinin güzelliği ve Traboul'ler

Şehire Aix-En-Provence gibi çok varlıklı bir ortamdan gelmiş olmama rağmen, çevredeki insanlarda hiç bir değişiklik görmedim. Hatta oradaki gibi burnundan kıl aldırmıyor değillerdi. Genç nüfus inanılmaz fazla, şık ve sokaklarda. Alışveriş bölgesi şehrin ortasındaki eski adada ve neredeyse sabaha kadar uyumuyor. Bu kadar büyük bir şehir olduğunu bilmiyordum Lyon'un. Ben alışveriş insanı değilim, ama bu restoran ve dükkanlarla dolu merkezde ve Opera çevresinde gezmek beni kendimden geçirdi. Gerçekten Avrupa'nın en şık ama bir yandan da kendini beğenmiş olmayan yerlerinden biri. Dahası şehrin merkezi, Lyon'un kendine özgü mimarisi ile şaşırtıcı gizli geçitlerle dolu. Evet, yabancılar için idrak etmesi zor ama sonrasında keşfetmesi bir macera oyununa dönüşen "Traboul"ler aslında apartmanları ve sokakları birbirine bağlayan, ve apartmanların içinden geçebildiğiniz gizli geçitler. Bazıları oldukça korkunç ve eski, bazıları lüks ve şaşalı.

4-Yemek, yemek, YEMEK!

Lyon'a Avrupa'nın gastronomi başkentlerinden biri demeleri boşuna değil. Çünkü şehrin turistik açıdan en büyük özelliklerinden biri de yemekleri. Ve bu yemekler öyle böyle değil. Michelin yıldızı almış bir restorana bizim paramız yetmez ama bu şehirde bunlardan pek çok var. Daha uygun fiyata da mükemmel yemekler yemeniz mümkün. Lyon özellikle pahalı bir şehir değil, ama Fransa zaten genel olarak pahalı bir yer. Bu açıdan ortalama olduğunu ve fiyat/kalite oranının çok yüksek olduğunu söylemek lazım. Benim yemeğe para harcarken cimri davranmadığım tek yer oldu. Şehirde kayboldukça daha güzel ve ucuz yerler bulduk.


5-Parc De La Tate D'or

Bu parkı nasıl anlatmalı bilemiyorum ama nefes kesici diyerek başlayabilirim. Berlin'deki Tiergarten ya da New York'taki Central Park ile yarışacak, ama daha gizli kalmış bir güzellik saklı burada. Fransa'nın en büyük, Avrupa'nın da en büyük parklarından biri. Yemyeşil ve ortasında bir gölet, hatta içinde 2 ufak ada bile var. Bütün parkı gezmeniz yarım gününüzü alabilir çünkü muhteşem yeşilliklerde yatıp yuvarlanmak mümkün olduğu gibi, tarihi botanik bahçesini ve dahası şahane hayvanat bahçesini gezebilirsiniz. Sürpriz olan ise bütün her şeyin bedava olması. Evet, Kızıl Pandalara, Aslanlara, Zebralara falan hiçbir ücret ödemeden, elinizi kolunuzu sallayarak bakabilirsiniz. Çocuğunuz varsa ufak trenle gezdirebilirsiniz. Muhteşem gül bahçesinde değişik renkte gülleri koklayabilirsiniz. Uzanıp kitap okuyabilir, yanınızda getirdiğiniz sandviçi yiyebilir ya da bisiklet sürebilir, koşu yapabilir, tertemiz havayı soluyabilirsiniz. Bu parkı anlatmak benim için zor ama bütün tatilimin bile en etkileyici yerlerinden biriydi.

11 Eylül 2016 Pazar

Seyahat Gunlukleri 1: Nice - Monako - Marsilya

Tatile çıkalı 1 hafta oldu. Telefonla blog yazmanın zor olduğunu bildigimden pek buralara ugrayamadim. Günler gün boyunca tarihi yerleri gezmek, aksamlari da masmavi cote d'azur sularında yüzmekle geçiyor sonunda. Tatil yapmayi o kadar ozlemistim ki resmen doyamiyorum. Tabi inanılmaz sıcak ve çoğu zaman günde kilometrelerce yürümekten yorgun düşüyorum. Ama gece deliksiz uykular çekerek dengelemeye çalışıyorum. Buralar hakkinda yazacak cok sey var aslında. Kisaca birkac kelam yazayim gittigim yerlerle ilgili.

Nice, zengin ve büyük bir sehir. Gördüğüm en mavi kumsala sahip ve inanilmaz temiz. Old town genelde cok turistik ve pahalı. Ama eski sokaklarında gezinmek cok keyifli. Daha önce Paris' e gittigim icin ancak onunla kiyaslayabiliyorum ama insanlarin daha sicakkanli ve rahat olduğunu gozlemledim. Yemekleri ise çok guzel ama pahali tabi. Otelde firin olmasi sebebiyle kendi yemegimi pisirdim ama arada bir aksam yemeklerine para harcamayi ihmal etmedim. Yerel Nice yemekleri enfesti, deniz ürünü ağırlıklı bir mutfagi var elbette. Kucuk tencerelere midye doldurup sebze ile pisiriyorlar. Yiye yiye bitiremedim resmen. Ve inanilmaz lezzetliydi. (Yarım kilo midyeyi götürdüm sanırım.)

Monako, cok fantastik bir şehirdi. Dünyanın en yoğun ülkesi olması ile birlikte her yere yürüyerek gitmek guzeldi. Hem tarihi kısmı cok dolu, hem de modern kismi acayipti. Casinolar abartılı milyonerlerin arabalariyla dolu. Kumar bağımlısı zenginlerin asiri hayatlarini görmek mümkün. Sehir daglik ama asansorlerle her yeri gelebiliyorsunuz. Açıkçası cok keyifli bir geziydi ama 2 kolaya 20 tl vermek koymadi desem yalan olur. Sanki buradakiler dünyanın dertlerinden uzak bir utopyada yaşıyor. Sanirim ülkenin 3te 1 milyonerlerden olusuyormus.

Marsilya ise cok zit bir deneyimdi. Su an bu satirlari oradan yazıyorum. Psikiyatrist bir arkadaşın yardimi ile sehrin daha ilginc yerlerini keşfetme firsatimiz oldu. Monako ile kiyaslayinca cok fakir bir sehir. Insanlar Nice'teki kadar şık degil, Monako'daki asirilik ise cok uzaklarda. Marsilya ile ilgili sanirim yarin tamam gerekecek,  çünkü Aix-en-provence otobusune yetismem gerekiyor.

5 Eylül 2016 Pazartesi

Hearthstone Güncesi #3: One Night In Karazhan Legendary'lerı Pt. 2


Yaklaşık bir seneden uzun süredir sürekli oynadığım bir oyun Hearthstone. Benim zamanım boyunca defalarca kez metamorfoz geçirdi. Son aylarda Whispers of the Old Gods eklentisi ve One Night In Karazhan solo macerası ile oyunun yapısı oldukça değişti. Bu bölümde hearthstone maceralarımı paylaşmayı devam ediyorum. Baştan söyleyeyim, aşmış bir oyuncu değilim, kendi halimde takılıyorum.

Karazhan bize 5 adet yeni legendary kazandırdı. Dün bunlardan 3 tanesinden bahsetmiştim. Şimdi son wing ile gelen ve hikayenin de ana 2 karakteri olan kartlardan bahsetmek istiyorum. (İlk bölümü buradan okuyabilirsiniz.)

Medivh, the Guardian
Medivh zaten Hearthstone'da oynanabilir bir mage karakteriydi. Karazhan ile birlikte artık bir minion olarak da oyuna girmiş oldu. Genç ve yakışıklı Medivh, benim beklentilerimin biraz altında kaldı açıkçası. Diğer adventure'ların final legendary minionları oldukça efsaneydi düşününce. Blackrock Mountain bize Chromaggus ve Neferian gibi hala kullanılan 2 dragon vermişti. The League of Explorers ise pek çok deck'te hala kullanılan Elise Starseeker ve daha nadir olsa da kullanışlı Arch Thief Rafaam'ı veriyordu. Artık Wild dışında kullanamıyor olsak da Curse Of Naxxramas oyunun en iyi kartlarından biri olan Kel'Thuzad ile finali yapıyordu. Medivh'in Mage dışında ne kadar kullanışlı olacağından emin değilim. Belki druid'de de işe yarayabilir. Herkesin aklına ilk Summoning Stone geliyordur. Bu kart artık pek de kullanılmayan Stone'dan daha kullanışlı elbette. Öncelikle yerde 7/7lik bir minion atmış oluyorsunuz. Silah remove eden bir minion atılmadığı sürece de elinizde duruyor. Yeni kartlardan olan Firelands Portal ile ekstra kullanışlı duruyor çünkü bu kart yere 5 manalık bir minion yaratıyor. Üstüne üstlük 7 manalık bir spell olduğu için bir de 7 manalık bir minion daha buluyorsunuz. Elinizde Cabalist's Tome ya da Flamestrike varsa hem karşıdakine ciddi sıkıntı veriyorsunuz, hem de yeri güçlü minionlarla doldurmuş oluyorsunuz. Sadece 3 kere kullanma hakkınız olduğundan yapacağınız büyüleri iyi seçmeniz gerekiyor. Elinizde yüksek manalı büyüler yoksa sizi cimrilik yapmaya zorlayabilir ve bu şekilde oldukça ters tepebilir. Bilemiyorum, aklınıza başka stratejiler geliyor mu? Priest'ler artık Mind Control kullanmıyor, belki Entomb ile işe yarayabilir. Druid desen Nourish ile belki anlamlı olabilir. Rogue, Hunter, Warlock (belki Doom hariç), Warrior için çok işe yarar durmuyor. Yine Paladin için Lay On Hands ile iş görebilir ama çok şüpheliyim kimsenin böyle bir şey yapacağından. Sonuçta ortalama bir legendary ve çok fazla tercih edilmeyecektir.


Prince Malchezaar
Prince Malchezaar, adventure'ın baş kötüsü. Aynı zamanda en ilginç legendary kartı olabilir. Öncelikle bir demon. Tüm classların kullanabildiği bir demon, benim bildiğim başka yok. Bunun ne gibi avantajı olabilir? Warlock'a karşı bir avantaj olması dışında (Demonwrath gibi AOE büyülerinden etkilenmeyecek.) çok fazla şey gelmiyor aklıma gelmiyor. Özelliği ise oldukça kafa karıştırıcı. İlk bakışta oyuna 5 fazla kartla başlamak, hele de bu kartlar legendary minion'lar olunca çok çekici görünüyor. Hele çok iyi legendary'ler gelirse daha da işe yarayabilir ama çok fazla işe yaramaz legendary kart olduğu düşünülünce, bu etki fazlası ile şansa bağlı ve güvenilir olmaktan çıkıyor. Bununla birlikte HS'da genelde deck'ler belli bir strateji üzerine kuruludur, deck'e giren alakasız kartların size lazım olan anahtar karta ulaşmanızı engelleyeceği de bir gerçek. Bu açıdan bakınca aslında ayakbağı olacak gibi görünüyor. Elbette oyuna bu kadar büyük bir rastlantısallık katmak çok çekici geliyor eğlence açısından. (Yogg-Saron gibi mesela.) Prince'in işe yarayacağı deck'ler genelde oyunun fatigue noktasına gideceği deck'ler sanırım. Mesela Mill Rogue'a karşı oynuyorsanız 5 fazla kartla oyuna başlamak sizi oldukça kurtaracak. Ya da bir Warrior olarak karşı tarafı fatigue'e zorlayacak kadar armor biriktirirseniz, karşınızdakini rahatlıkla tüketebilirsiniz. Başka bir strateji de Reno Jackson ile oynayacağınız bir legendary minion deck olabilir. Bu kart elinizde olan Legendary kartların aynısından eklemiyor, bu nedenle yine de elinizde her karttan 1 tane olmaya devam ediyor. Bunu göz onunda bulundurursanız değişik stratejiler kurabilirsiniz.

Evet bu seriye burada noktayı koyarken, yeni HS günlüklerinde görüşmek üzere diyelim. Bir süre tatile çıkacağım için pek bu tür yazılar yazamayacağım. Bu sürede daha çok seyahat yazıları yazacağım. Dönüşte tekrar Karazhan ve oyundaki etkileri üzerine keşiflerimi paylaşmaya devam edeceğim.